Sanatsal sinemanın en önemli çağdaş temsilcilerinden biri olan yunan yönetmen Theodoros Angelopulos’un 1998 yapımı , Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü filmi ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ orijinal ismiyle ‘’Μία αιωνιότητα και μία μέρα’’ iç içe geçmiş kavramlar, antik semboller, derin diyaloglar ve göç temasını hem ruhsal hem fiziksel olarak içine alan , belki de tek kelimede en iyi ifade ile şiirsel bir film. Ölmek üzere olan bir adamın hastaneye yatmadan önceki son gününde evinde bulduğu ve ölen karısına ait bir mektupla geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki gidip gelmelerini, bir rastlantı sonucu karşılaştığı ve savaş dolayısıyla köyü basılan, kimsesiz kalan, kaçarak gelmiş bir Arnavut çocuğu ile bu son gününü birlikte geçirmesini konu alır. ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ de var olmanın aslında ne anlama geldiği ve sonsuz tanımsızlığı ,insanın sonsuzluk kelimesinin neyi ifade ettiğinden haberdar olması ve aynı zamanda öleceğini de bilmesi dolayısıyla ölümle yaşam arasındaki çizginin bir ömre kattığı buhranı , ölüm gerçeği ile yüzleşmenin kaçınılmazlığı, filmde ‘’ yarın ne kadar sürecek?’’ sorusuna sonsuzluk ve bir gün yani geri kalan hayatımızın, bizim için hem sonsuz bir süre olması , hem de sadece bir günden ibaret olması şeklinde cevap verilmesi, filmde uzakta sarı giysili bisikletlilerin Yunan mitolojisindeki Kader Tanrıçaları’nı ifade etmesine kadar bir çok incelikli anlamın ön planda olduğunu söyleyebiliriz. ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ de ana temaya yayılmış olan dolayısıyla biraz daha arkada kalan fakat oldukça dokunaklı başka bir durum ise yönetmenin göç kavramına iki farklı yerden bakması. Filmde hem ruhsal hem fiziksel bir durumla göç kavramını izliyoruz. İlk bakışta Arnavut bir çocuğun ülkesinden kaçarak dilini bile bilmediği bir yerde sokak çocuğu olarak hayatın soğuk yüzüyle o yaşta oradan oraya savrularak tanışması, yola beraber çıktığı ve yol göstericisi olan arkadaşını kaybedişi ardından yaşadığı yası ve tek başına kalmışlığı ‘ Ey Selim’ ağıdıyla gözler önüne seriyor. Alexander ile tesadüfen karşılaşması dolayısıyla başlayan dostlukları aslında bize coğrafi sınırların, etnik kökenlerin, yaş farklılıklarının iki insanın birbirini anlaması için engel olmadığını onların birbirlerinin acılarını paylaşmasıyla sarsıcı bir şekilde anlatıyor. Diğer taraftan baktığımızda ise bir yazar olan Alexander’ın kendini bir şekilde, ömrü boyunca sürgünde hissetmesine tanık oluyoruz. Hastaneye yatmadan önceki son günün akşamında annesinin yanına gider , ‘’fevgo’’ ben gidiyorum der ve ağzından şu cümleler dökülür : ‘’ Neden çürümek zorundayız acı ve arzularla ikiye bölünerek, neden hayatımı sürgün geçirdim, neden yalnızca nadir anlarda kendimi evimde hissettim? ‘’ Uzun yıllar boyunca evinden uzakta farklı ülkelerde yaşamış ve evindeyken bile fiziksel olarak orda bulunsa bile ruhu hep yabancı kalan bir adamın annesine yakarışlardır bunlar. Yıllar boyunca ana dilini konuşmaktan bir şekilde kendini mahrum bırakan bir adamın kendi dilinin derinliklerine tam olarak vakıf olamadığının ve kendi diline yabancılaşmasının hüznünü taşır ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’. Karısı Eleni’nin yazdığı mektupta şöyle bir kısım vardır ki aslında yönetmenin filmde göç durumuna ve yabancılığa getirdiği bir başka nitelikteki anlamı açıklar niteliktedir: ‘’İki kitap arasında, seni çalmaya çalışıyorum. Hayatın yakınımızda geçiyor, kızınla benim yakınımızda… Ama asla bizimle değil. Biliyorum, bir gün gideceksin. Gözlerinde uzak rüzgarlar esiyor. Ama bugün, bu günü bana ver…sanki son günmüş gibi… ‘’ Yönetmen Angelopulos’un sinema sanatına sunduğu bu filmi için çekim teknikleri, kullanılan müzikler ve konusunun derinliği dolayısıyla tam bir başyapıt denilebilir.
Comments
|
Arşivler
April 2019
Kategoriler |